Evrim
Bu yazı
Economist dergisinin 7 Şubat 2009 tarihli sayısında yer alan bir
makalenin çevirisidir
Çeviren
Murat Yıldırımoğlu
Charles
Darwin’in düşünceleri geniş bir şekilde kabul
gördü ama yol açtığı devrim henüz
tamamlanmış değil
Doğanın mucizelerine her yerde rastlayabiliyoruz: Bir uç-uç böceği yere konarken kanatlarını bir origami ustası kadar ustaca katlar; lotus yaprakları, üzerlerindeki çamurlu suları temizlemeyi başarırlar; bir örümcek, avını tuzağa düşürmek için ağını örer ama her nasılsa kendisi bu ağdan etkilenmez. En erken zamanlardan beri, bu tür şeyler üzerine düşünen insanlar bunları Tanrı’nın olağanüstü işlerinin örnekleri olarak, hatta onun varlığının bir kanıtı olarak yorumladılar.
Ama 200 yıl önce, 12 Şubat 1809’da tüm bu yorumlara meydan okuyacak bir adam doğdu. Doğumundan elli yıl sonra yazdığı kitap, genelde canlı dünyasına ilişkin, özelde de insanların kökenine ilişkin en radikal görüşü ortaya koyacaktı. Adam Charles Robert Darwin’di. Kitabının adı ise kısaca “Türlerin Kökeni Hakkında” idi. Ortaya konan görüş ise doğal seçilim yoluyla evrim kuramı idi.
Darwin’in doğuşundan bu yana, doğanın yapısına ilişkin bilgilerimiz tanınmayacak şekilde değişti. O tarihte, atom kuramı daha altı yaşındaydı ve dünyanın yaşının yaklaşık olarak 6000 yıl olduğu düşünülüyordu. Samanyolunun dışında, evrenin büyüklüğüne ilişkin hiçbir bilgi yoktu ve radyoaktivite, izafiyet ve kuantum kuramları düşünülemiyordu bile. Ama 19. Yüzyılın tümündeki ve 20. Yüzyılın başındaki buluşlar (görünmez atomlar, uzayın sınırsız oluşu, zamanın sabit olmaması, madde ve enerjinin birbirine eşit olduğu gibi) arasında yalnızca evrim kuramı, bilim dünyası dışında genel kabul görme konusunda başarısızlığa uğradı. Bilim dünyası dışındaki insanların çok azı Einstein’a inanmadığını söyler. Ama bu insanların çoğu Darwin’e inanmadıklarını büyük bir gururla söyleyebiliyorlar. Hatta onun görüşlerini kabul edenler için bile evrim düşüncesi 150 yıl önce olduğu kadar zor geliyor.
Türlerin
Kökeni’nin Kökeni
Doğal seçilim yoluyla evrim düşüncesini anlamak zor değil. Yalnızca bazı doğruluğu tartışılmayan önermeleri birbirine bağlamak gerekiyor. Bu önermeler, organizmaların aynı tür içinde bile birbirlerinden farklı olduğu, zaman içinde yeniliklerin oluştuğu, bazı yeniliklerin ana-babadan yavruya geçtiği ve kaynakların yeteceğinden daha fazla canlının doğduğu şeklindedir. Bu önermelerin sonucu, Darwin’in kitabında “yaşam savaşı” dediği şeydir. Bu savaşta zayıflar yok olur, koşullara uyum sağlayanlar hayatta kalır. Hayatta kalanlar kendi özelliklerini yavrularına geçirirler. Uygun bir zaman içinde, özelliklerdeki küçük küçük farklılıklar yeni türlerin oluşmasına neden olur.
Darwin, bu basit düşünceleri dile getiren ya da bunları bir araya getiren ilk kişi değildir. Milattan önce 490 yılında doğan Yunan felsefecisi Empedokles’den başlayarak çok sayıda düşünür, hayvanların ortamlarına uyum sağlamasını sağlayan şeyin doğal seçilim olduğunu belirtmiştir. Hayatta kalma savaşından söz eden ilk kişi Milattan sonra 776 yılı civarında doğan Basra’lı bir Müslüman din bilgini olan El Cahız’dır. Bu düşünce daha sonra bir 17. Yüzyıl felsefecisi olan Thomas Hobbes’da ve 18. Yüzyılda yaşayan Erasmus Darwin’de (Charles Darwin’in dedesi) karşımıza çıkar.
19. Yüzyılın başlamasıyla birlikte evrim düşüncesi her yerde karşımıza çıkmaya başladı. Türlerin kararlı olmadığı (değiştikleri) düşüncesi giderek daha fazla kabul görüyordu. Botanikçiler bunu melez bitkilerinde görebiliyorlardı. Eksik olan şey bunun mekanizmasıydı.
19. Yüzyılın başında bir Fransız botanikçi olan Jean Baptiste Lamarc bu mekanizmayı bulduğunu sandı. Türlerin değişebildiğini ifade etti ve değişimlerin kalıtım yoluyla geçirebildiğini öne sürdü. Yanıldığı yer, canlıların hayatta onlara gerekmeyecek özellikleri kaybettiklerine ve gereken özelliklerini geliştirdiklerine inanmasıydı. Bu geliştirilen özelliklerin yavrulara geçirildiğini düşünüyordu. Örneğin, bir zürafa, diğer zürafaların uzanamayacakları yiyecekleri yemek için boynunu uzatmış olmalıydı. Onun yavruları da bu özelliği kalıtım yoluyla almış olmalıydı. Güzel bir düşünceydi ama Lamarc yanılıyordu. Kazanılmış özellikler bu yolla aktarılamıyordu.
Sonunda, sorunun yanıtı biyolojiden değil ekonomi biliminden geldi. 1798’de Thomas Malthus “Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme” adlı kitabını yazdı. Malthus, beslenme kaynakları doğrusal artarken canlı nüfusunun üssel olarak arttığını iddia etti. Başka bir deyişle, hayatta kalabileceklerden daha fazla canlı doğuyordu. Bu düşünce de yeni sayılmazdı ama biyoloji açısından doğru zamanda düşüncenin yaygınlaşmasını bu kitap sağladı. Malthus’u okuduktan sonra Darwin de, bir İngiliz doğa bilimci olan Alfred Russell Wallace da birbirlerinden bağımsız olarak bulmacının parçalarını bir araya getirdiler ve doğal seçilim yoluyla evrim düşüncesine vardılar.
Her ikisi de Lamarc’ın göremediğini gördüler; kalabalık dünyamızda yaşanan hayatta kalma savaşı, yalnızca en iyi özellikleri taşıyan bitki ve hayvanların yaşayabilmelerini sağlayan güçtür. Darwin’in otobiyografisi bu eureka anını şöyle anlatır: “Malthus’un nüfus üzerine görüşlerini eğlence olsun diye okuyordum ki şunu fark ettim; bu koşullar altında, yaşam savaşında avantaj sağlayan değişiklikler korunacak, sağlamayanlar yok olacaktı. Bunun sonucu da yeni türlerin oluşumu idi.”
Şu anda anlaşılıyor ki, Darwin ve Wallace bile parçaları yerli yerine oturan ilk kişiler değil. 1813 yılında, bir İskoç doktor olan William Charles Wells, ünlü bir akademik kurum olan Royal Society’ye sunduğu bir makalede, değişik iklimlerde yaşayan insanların deri renklerinin farklı oluşunu açıklamak üzere doğal seçilim düşüncesini ortaya atmıştı. 1831 yılındaysa başka bir İskoç toprak sahibi Patrick Matthew, savaş gemilerinde kullanmak üzere en iyi ağaçları yetiştirme konulu kitabının ekinde doğal seçilimi açıklamıştı.
Ama şu anda Wells ve Matthew’u değil Darwin ve Wallace’u anımsıyoruz çünkü onlar bu düşünceyi öne çıkardılar ve yalnızca bu konuya adanmış makaleler yazdılar. Bu makaleler 1858 yılında biyoloji konusuna odaklanmış olan Linnean Topluluğu’na sunuldu. Darwin, Wallace’dan daha ünlü oldu çünkü kitabını yazmadan önceki yirmi yılını kuramını destekleyecek materyalleri biriktirmeye adamıştı. Bu materyaller embriyoloji, yapay dölleme, coğrafya, ekonomi ve jeoloji gibi çok farklı alanlardan geliyordu. Bu sayede 1859 yılında tam adı “Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine” olan kitabını bastırdı.
Darwin’in kuramı, canlıların bulundukları ortama niçin bu kadar iyi uyum sağlamış olduklarını ve yeni türlerin nasıl ortaya çıktığını açıklıyordu. Bu kuram, böceklerden yapraklara kadar tüm canlıların birbiriyle ilişkili olduğunu ve tümünün ortak bir atadan türediğini söylüyordu. Evrim kuramı bu şekilde, çeşitliliğin nedenlerine yönelik olarak Tanrısal açıklamaları gereksiz kılıyordu. Tam da o zamanlar ortaya çıkan, dünyanın çok yaşlı olduğuna ilişkin kanıtlarla birlikte evrenin genel olarak Tanrısal bir eyleme gerek duymadığını ve her şeyin doğa kanunlarına bağlı olduğunu da üstü kapalı olarak içeriyordu. Darwin bunları anladığında kendisini çok da rahat hissetmemişti.
Bu rahatsızlık günümüzde de sürüyor. Geçen yıl Amerika’da Gallup firmasının yaptığı bir araştırmada nüfusun yalnızca yüzde 15’inin “insanların milyonlarca yıl süren bir gelişim sonunda ortaya çıktığına” inandığını gösteriyor. Yine de iyi sayılır; 1982’de bu oran yalnızca yüzde 8 idi. (Not: Türkiye’de bu oran yüzde 10) Dünyada evrim düşüncesinin kabulü ülkeden ülkeye değişiyor. Evrime en çok inananlar İzlanda, Danimarka ve İsveç’te bulunuyor. Bekleyebileceğiniz gibi evrime inanma Tanrı’ya inanma ile ters orantılı.
Bu konuda, evrim üzerine çalışan bağımsız bir araştırmacı olan Gregory Paul ve Kaliforniya’daki Pitzer Koleji’nde sosyolog olan Phil Zuckerman’ın tartışma yaratacak bir iddiaları var: Tanrı inancı hayatta kalma mücadelesinin şiddetiyle ters orantılıdır. Beslenmenin sorun olmadığı, sağlık hizmetlerinin herkesi kapsadığı, barınmanın ucuz olduğu ülkelerdeki insanlar, bu çeşit koşullara sahip olmayan ülkelerdeki insanlara göre daha az Tanrı’ya inanıyorlar. Tanrı’ya inanma ve evrimi reddetme Darwin’ci baskılara daha çok maruz kalan topluluklarda daha yaygın ve değerli oluyor.
Kabullenişi nasıl olursa olsun, modern bilim evrim kuramını kabul etmeden işleyemez. Darwin’in düşünceleri biyoloji ve tıbbın her noktasında söz konusudur. Bu düşünceler sanattan politikaya kadar çok değişik alanlarda da etkiye sahip olmuştur. Etkileri kuramsal olmalarının yanı sıra pratiktir de. Yazılım mühendisleri ve ilaç geliştiricileri ürünlerini tasarlarken sık sık evrimsel mantığa başvururlar.
Darwin, ekonomi konusunda da yardımcı olabilir. “Akılcı” ekonomik insan düşüncesi yerine davranışsal ekonomi adı verilen disiplin yeni düşünceler ortaya koymaktadır. Davranışsal ekonomistler, klasik ekonomistlerin tersine, insanların ekonomik kararlarında, gelecekteki servetlerini arttırmaya yönelik akılcı bir tutuma gittiklerini varsaymak yerine onların gerçekte nasıl davrandıklarını incelemeye çalışıyorlar.
Bu araştırmalardan çıkan sürpriz sonuç insanların akılcı olmamalarının ulaştığı nokta ve bunun nedenlerinin Darwin’ci açıklamaları. Örnek olarak, sahiplenme hissi etkisi olarak adlandırılan olaya bakalım. Bu etkiye göre, insanlar zaten sahip oldukları nesneleri, sahip olmadıkları nesnelere göre daha değerli buluyorlar ve sonuç olarak onları alıp vermede, klasik ekonomistlerin tahmin ettiğinden daha fazla isteksiz oluyorlar. Bu etki üç primat türünde de, sonuncusu şempanzelerde olmak üzere, gözlendiği için evrimsel temelleri olduğu düşünülüyor. İnsanlar yiyecek ve eş bulmaya ilişkin sahip oldukları nesneleri değiş tokuş etmeye isteksizler çünkü evrimsel geçmişimizde bu, bildiğimiz bir nesneyi verip belirsiz bir nesneye yönelmek anlamına geliyor.
Kökü evrime dayanan bir başka ekonomik davranış örneği mali köpüklerin oluşmasında katkısı bulunan “sürü” bilincidir. Geçmişte, tehlikeden kaçınmak ya da yiyecek bulmak için komşuları taklit etmek iyiydi. Günümüzün mali sistemlerindeyse denge bozucu bir işlevi var. Sürüyü izlemenin de akılcı olduğu söylenebilir; öyle ya kısa dönemde fiyatlar yukarı gittiği için herkes kazançlı çıkar. Ama bu dengesiz durum bir dış şokla karşılaştığında ve piyasa çöktüğünde hiç de akılcı görünmez. Hatta, olan bitenin en azından bir bölümü herkesin, durumu diğer insanlardan bağımsız bir şekilde değerlendirmek yerine içgüdüsel olarak onları taklit etmesinden kaynaklanmaktadır.
İnsanların risk almaktan bu kadar kaçınması, verilen bir işin ne kadar sürede tamamlanacağını saptayamaması ya da nasıl formüle edildiğine bağlı olarak aynı soruya farklı yanıtlar vermesi gibi sorunların açıklaması bir noktada evrim kavramını içerecektir. İnsan davranışını doğru anlamak için dünyanın Darwin’e gereksinimi var. Birisi evrim düşüncesinin gelmiş geçmiş en iyi düşünce olduğunu söylemişti. Öyle değilse bile ona çok yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Çok miktarda kanıta karşın evrimi kabul etmek halen zor geliyor çünkü bu düşüncenin içinde canlı yaşamının genel olarak rastlantısal olduğu iddiası var. 2002 yılında ölen evrimsel biyoloji uzmanı Stephen Jay Gould, Darwinizme ilişkin yaygın yanlış anlamaların, kuramın zorluğundan çok insanların onu anlamaya çalışmaktan kaçmasına bağlı olduğunu ve ilerleme konusundaki bir yanlış anlamanın asıl sorun olduğunu iddia ediyordu.
İnsanlar, kendilerinin en üstte yer aldığı, iyi tasarlanmış ve uyum içinde bir dünya düşüncesini çok beğenirler. Bu uyumun, her canlının türünü sürdürmekten başka ilkesinin olmadığı vahşi bir sistemin rastlantısal bir sonucu olduğunu düşünmek rahatsız edicidir. Yaşamın amaçsız olduğunu ve evrimin bir yüksek hedefinin olmadığını düşünmek insanı sıkıntıya sokar ve bunun yerine evrimin bir ilerleme olduğu şeklindeki rahatlatıcı düşünceye geçilir.
Bu duruma, evrim kuramını reddedenlerin yanı sıra, evrim kuramına inanan ama bu alanda uzman olarak çalışmayan insanların çoğunda rastlanır.
Aralarında Gould’un da olduğu biyologların çoğu aynı düşüncede değildir. Onlara göre evrimin sabit bir hedefi yoktur. Bir canlı daha karmaşıklaşarak koşullara daha uygun hale gelebileceği gibi daha basitleşerek de uygun hale gelebilir. Bu tamamıyla ortama-koşullara bağlıdır. Bu yoruma göre, fosil kayıtlarındaki ortalama karmaşıklığın artışı, canlılığın basit bir şekilde başlamış olmasının getirdiği bir yorum kazasıdır. Karmaşıklığa yol açan değişiklikler basitliğe yol açanlardan daha görünürdür çünkü bunlar daha önce orada olmayan bir şeye yol açmışlardır. Ama bu, karmaşık örneklerin basit örneklerden daha çok sayıda olduğu anlamına gelmez.
Gould’un görüşüne göre, insan zekası bütünüyle bir kaza eseri değildir çünkü bir dizi koşula yanıt olarak gelişmiştir ama kaçınılmaz olarak gerçekleşecek bir şey de değildir. Eğer bu bir dizi koşul çok az bir miktar değişecek olsaydı şu andaki insanlar olan Homo Sapiens diye bir şey olmazdı.
Gould’un görüşünün geçerli olup olmadığı sorgulanmaktadır. Örneğin, Ulusal Bilim Akademisi Dergisi’nde geçen yıl yayınlanan bir çalışmada, bir grup araştırmacı kabuklu hayvanların (yengeç, istakoz, tesbih böceği gibi) son 550 milyon yıl içindeki durumlarını incelediler ve örneklerde karmaşıklığa doğru evrilen türlerin basitliğe doğru evrilenlerden daha fazla olduğunu gördüler. Bu çalışmada daha basit hale gelen tek kabuklular ya parazit olanlar ya da yalıtılmış deniz mağaralarında yaşayanlardı.
Cambridge Üniversitesi’nden paleontolog Simon Conway-Morris yeni evrim yorumun en önemli savunucularından. Bu yeni yorum, her şeyin rastlantı eseri olduğu yolundaki görüşe karşı çıkıyor. Gould’ûn tersine Morris, evrimi başa sarıp yeniden oynatsak, çok şeyin aynı şekilde gelişeceğini düşünüyor.
Dr. Conway-Morris, bu bakış açısına yakınsayan (bir noktada birleşen) evrim denilen şeyi ayrıntısıyla inceleyerek ulaşmış. Darwin’in kendisi bile değişik organizma gruplarının birbirinden bağımsız olarak, benzer sorunlara benzer çözümler üretecek (dişler, gözler, beyinleri ekosistemler ya da topluluklar gibi) şekilde evrilmesini ilginç bulmuştu. Diğer biyologlar bu tür yakınsamaları “önemli” olarak niteleyip geçseler de Dr. Conway-Morris bunların daha ayrıntılı bir şeylere karşılık geldiğini düşünüyor.
Onun iddiası, fizik ve kimyanın niteliğine bağlı olarak cisimlerin etkileşimi için sınırlı sayıda yol bulunduğu şeklinde. Evrim bu olası yollara yönleniyor, bu yüzden çeşitli eğilimlere sahip oluyor. Bu eğilimlerden ikisi karmaşıklık ve zeka. Kimyada bir şeylerin nedensiz yere olmadığını, bunların var olan nedenler yüzünden öyle olduğunu ekliyor. İster göz oluşturmak için kullanılan kristal molekülleri, isterse kanın oksijen taşımasını sağlayan hemoglobin molekülleri olsun, moleküllerin doğası, evrimin akışını belirler. Evrim bir mekanizmadır ve kuralları çerçevesinde işler.
Dr. Conway-Morris’in dünya görüşü doğru ya da yanlış olabilir. Eğer doğruysa, bazıları için biyolojik dünyanın şu anki materyalist ve amaçsız yorumuna göre daha kabul edilebilir olabilir.
Darwin kendi materyalist düşünceleri ve bunların ne anlama geldiği konusunda çok büyük rahatsızlıklar çekiyordu. Mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla dinsel inançları belli bir noktada sabitlenmedi ama düşüncelerinin başkalarını düş kırıklığına uğratmaması konusunda da çok duyarlıydı. Duyguların ve düşüncelerin yalnızca beynin salgılarından kaynaklandığını düşünmek zor geliyordu. Hatta bu konuda Tanrı’nın varlığını yok saymayan diplomatik bir yanıt bile hazırlamıştı; “Duyguların, içgüdülerin ve yeteneğin kaynağı sorulduğunda, yalnızca, bunların nedeni bebeğin beyninin ana-babasınınkine benzemesidir de”.
Öğrenilecek Çok Şey Var
Dr. Conway-Morris, Gould’un iddialarını inandırıcı bulmuyor. Henüz tamamlanmamış bir işle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor. Ahlaki sistemler ve bilinçliliğe ilişkin olarak “bir yanıtın yakınında bile değiliz” diyor. Onun dünyasında bilim böceklerin kanatlarını, lotus yapraklarını ve örümcek ağını açıklayabiliyor ama niye bazı insanların diğerlerine daha güzel göründüğünü açıklayamıyor. Başkaları ise bunların nedeninin, genlerin kültürel karşılığı olan memler olduğunu düşünüyor. Memler sayesinde düşünceler insanların taklit etme isteğiyle kopyalanıyor.
Bazı bakımlardansa evrimin bütünüyle rastlantısal olması ya da tahmin edilebilir olması çok da önemli değildir. Şu anda insanların birleşik bir evrimsel amacı vardır: kendi alanlarında doğal seçilimi durdurmak. Türümüz, evrim mekanizmasını anlayıp doğanın acımasız mekanizmasından kaçmak ve hayatta kalma savaşına son vermek isteyecek kadar evrilmiştir. Bu anlayışın başlangıcı Darwin tarafından sağlanmıştır ve Darwinizmin uygulanması bu sürecin önemli bir parçası olacaktır. Tüm bunlar da Darwin’in 200. doğum gününü kutlamak için yeterli bir neden olur herhalde.