Geçmişin Çağrısı

Murat Yıldırımoğlu

 

Kemalin evi

Kemal aniden uyandı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Arkadaşını rüyasında görmüş.

Birkaç yılda bir bu rüyayı görüyordu. Ama son zamanlarda daha kısa aralıklarla görmeye başlamıştı sanki.

Yanındaki kadına baktı. Kadının yalnızca sırtını görebiliyordu. Ama sırtından bile güzel olduğu anlaşılıyordu. Kafasını toplamaya çalıştı. Adı Hale’ydi galiba. Mışıl mışıl uyuyordu.

Yataktan doğrulup banyoya gitti. Birkaç dakika duş altında yıkandı.

Çıktığında kendisine baktı: biraz göbek yapmıştı. Ne yapsa göbeği eritemiyordu. Sıkıntılı bir şekilde göbeğini okşadı.

Banyodan çıktığında haleyi gördü. Uyanmıştı, elindeki telefona anlamsız gözlerle bakıyordu. Parmağıyla da kaydırma yapıyordu.

 

Tasarruf Bank Genel Merkezi

Kemal arabasını park etti. Kapıya yöneldi.

Görevli kapıyı saygıyla açtı.

Kemal belli belirsiz bir selam verdi kafasıyla.

 

Asansörde 15’e bastı.

Asansör müziğini duyunca hafiften dudaklarını ısırdı. Bu tekdüze, sözsüz melodi onu delirtiyordu. 15. kata kadar bitmiyordu meret. Hele aradaki deniz ve dalga sesleri kafasını oyuyordu.

Kafasını takmamaya çalıştı

 

Aynada kendisine baktı. Biraz çökkün, biraz yorgun, biraz yaşlı gördü kendini. Göz altı torbaları biraz büyümüş gibiydi. “Artık genç değilim” diye düşündü. “Ateşli geceler yorucu olmaya başladı. Yarım hap yerine tam hap mı alsam artık?” diye düşündü.

 

Asansörden indi. Odasına yönelirken Selim’i gördü.

Selim yalnızca 2 aydır bankada çalışıyordu ama kendisini yeterince rahatsız ediyordu.

Selim’in geniş gülümsemesine başıyla yanıt verdi.

“Yılan gibi adam. Samimiyetsiz züppe.”

 

Odasına girdiğinde cep telefonu çaldı. Arayan Hamit beydi. “Kemal, bugün Özer beyi hallediyorsun, değil mi?” diye sordu.

 

Kemal biraz duraksadı. Tatsız bir görevdi bu. Erteleyip duruyordu. Ama kaçış olmadığı belliydi.

 

Hamit, Kemal’in duraksadığını görünce “Bak Kemal” dedi. “Bankanın çıkarı söz konusu burada. Özer, sen, ben önemli değiliz. Biz gideriz. Banka kalır. Bunu yapmak zorundayız.”

 

“Tamam, bugün sabahtan halledeceğim Hamit bey.” dedi Kemal.

 

Sekreterine Özer’i aramasını söyledi. Bir de koyu kahve getirmesini istedi.

 

Büyük bir kupa içindeki kahvesini yudumlarken kendine gelmeye başladı. Özer’in dosyasını açtı. Dosyayı incelerken bir fotoğraf dikkatini çekti: Fotoğrafta Özer, karısı, oğlu ve kızı vardı. Özer mutlu ve gururlu görünüyordu. “Evlenip çocuk yapsa mıydım acaba?” diye düşündü. Sonra bu kararından vazgeçti. “Bu saatten sonra baba değil ancak dede olabilirim.”

 

Bilgisayarından toplantılarına baktı. Saat 11:00’de Gelişim Üniversitesi’nde konferans görünüyordu. “Pek de sırası değil ama gitmeliyim” diye düşündü. Banka bu tür toplantılara, tanıtımlara önem veriyordu.

 

Biraz sonra Özer geldi. Kel, biraz göbekli birisiydi.

Kemal kendisi ve Özer için Türk kahvesi istedi. Özer’in hazır kahve sevmediğini biliyordu.

 

Kemal “Nasılsın Özer?” diye sordu.

 

Özer terbiyeli bir şekilde “Sağ olun efendim. Çalışıyoruz işte. Özellikle yeni gelen arkadaşlarımıza yoğun şekilde eğitim veriyoruz.” diye yanıtladı.

 

“Demin fotoğrafına baktım da. Oğlun üniversiteye gidiyordu değil mi?”

“Evet, şimdi ikinci sınıfta.”

“Çok akıllı bir oğlana benziyordu hep. Kızın da bu yıl mı sınava giriyor?”

“Evet efendim. Bakalım, o da iyi bir yer kazanırsa işimizi yarı yarıya bitmiş olacak.”

“Ne güzel böyle çocuklar yetiştirmek.”

“Sağ olun efendim. Darısı başınıza.”

 

İkisi de kahvelerinden bir yudum aldılar.

 

“Özer, biliyorsun, bankamızın ortaklık yapısı değişti.”

“Evet efendim”

“Yeni ortaklar daha hızlı, daha çevik ve en önemlisi daha karlı bir banka istiyor.”

“Farkındayım efendim”

“Hazine müdürlüğü bu açıdan yaşamsal öneme sahip. Bölümün şu anda %12 karlılıkla çalışıyor. Rakiplerse ortalama %18 kar ediyor.”

“Haklısınız efendim. Ama biliyorsunuz çalışanlarımız sürekli yenileniyor. Çünkü rakiplerimize göre daha düşük maaş veriyoruz. Elimizdeki elemanları tutamıyoruz, rakiplere kaptırıyoruz. Bu da bizi çok baltalıyor. Sürekli olarak yeniler geliyor ve onların eğitimden geçip yararlı hale gelmesi zaman alıyor. Böyle bir ortamda enflasyonun iki puan üzerinde kar etmeyi başarılı buluyorum.”

“Özer, ben de durumun, sorunlarının farkındayım. Ama sonuç değişmiyor. Bölümünüzün daha fazla üretmesi gerekiyor.”

“Anladım efendim”

“Bu kapsamda yönetim olarak bir karar verdik. Bölümünüzün başına başka birisini getirmek istiyoruz.”

Özer’in gözü büyüdü, soluk alışı hızlandı, alnından bir-iki damla ter süzüldü.

“Öyle mi?” diye sordu.

“Özer, bu bir bayrak yarışı. Kötü olduğunu düşünme. Yalnızca bölümde taze bir kana ihtiyaç var.  Sen de çalışmalarının karşılığını alacaksın. Hak ettiğin tazminatlara ek olarak 3 maaş da ek ödeme yapılacak.”

“Çocuklarım henüz küçük. Daha uzun yıllar çalışmam lazım diye düşünüyordum.”

“Alacağın tazminat sizi uzun süre idare eder. Sonra da yeni bir iş bulursun belki”

“Bu yaştan sonra biraz zor. Ama nasip, bakacağız artık.”

Özer önündeki kahveden bir yudum aldı. Arkasına yaslandı.

 

“Efendim, yanlış anlamayın ama siz ne olacaksınız” diye sordu.

“Ben mi, ne olmuş ki bana?”

“Efendim, siz de ben de yeni yönetime göre pahalı kaynak olarak değerlendiriliyoruz. Beni devreden çıkarttıktan sonra sıra size gelmeyecek mi?”

Kemal biraz irkildi. Bu şimdiye kadar aklına gelmemişti. Bozuntuya vermedi. Sonra ağır ağır konuştu:

“Özer, böyle olacağını sanmıyorum ama olursa da bankanın çıkarı bizden önce gelir. Tabii ki daha uzun süre burada çalışmak isterim ama ayrılacaksam da kabul ederim. Profesyonellik bunu gerektirir.”

“Sizinle uzun zaman uyumlu bir şekilde çalıştık. Arkadaşlar olarak yönetim tarzınızdan hep memnunduk. Bunu söylemek isterim efendim.”

“Sağ ol, sağ ol Özer.” dedi Kemal. 

 

Özer çıktı. Kemal arkasına yaslandı. Hamit beyin sözü aklına geldi: “Özer, sen, ben önemli değiliz. Biz gideriz. Banka kalır.”

Bir de Selim’in pis sırıtışı.

 

Gelişim Üniversitesi

Üniversiteye giderken yol boyunca Hamit beyi ve Özer’i düşündü. Kafası karışıktı.

 

Arabadan indiğinde kendisini dekan karşıladı. Kendisini burada görmekten ne kadar mutlu olduğunu belirten birkaç söz etti.

Asansöre bindiler. Aynada kendisine yandan baktı; fena görünmüyordu. Mavi gömleği, kırmızı kravatı, hafif sakalıyla oldukça da yakışıklı sayılırdı.

 

Dekanla birlikte amfiye girdiler. Amfi alabildiğine doluydu.

 

Dekan kısa bir konuşma yaptı, Tasarruf Bank’ı ve Kemal’i anlattı.  Sonra sözü Kemal’e bıraktı.

 

Kemal Türkiye’de bankacılık sektörünü ve Tasarruf Bank’ın gelişimini anlattı.

Bankacılık alanındaki çalışma olanaklarından söz etti.

2016 yılında bankacılık alanında 30 bin yeni pozisyon açılacağını ekledi.

 

Sonra soru-yanıt oturumuna geçildi.

 

“Bir gününüz nasıl geçiyor?”, “Bankacılık alanındaki yükselme fırsatları nedir?”, “Bankanızda çalışmak isteyenlere ne gibi öğütler verirsiniz?” gibi birkaç sorudan sonra ön sıralarda kız arkadaşıyla birlikte oturan yuvarlak gözlüklü, ince bir çocuk söz istedi. Bir eli hala kız arkadaşının elindeydi.

 

Kemal onu işaret ederek söz verdi. Çocuk ayağa kalkarken kız arkadaşının ona sevgi ve hayranlık dolu bakışını fark etti.

 

Delikanlı konuşmaya başladı:

 

“Kemal bey, şu ana kadar çok güzel rakamlar verdiniz. Bankacılık sektörünün ne kadar karlı bir sektör olduğunu anlattınız. Ama bu sırada rakamlardan ibaret olmayan insanları atladınız. Bakın, GINI katsayısına göre yapılan sıralamada Türkiye en kötü ülkeler arasında yer alıyor. Servet bir avuç insanın elinde toplanmış durumda. Diğer insanlarsa acı çekiyor, yarınlarından emin olamıyor, çocuklarını sevindiremiyor. Karlar hep bir avuç kapitaliste gidiyor. Bankalar her yıl kar üstüne kar ederken insanlar sefalete sürükleniyor. Gazetelerden okuyoruz, insanlar kredi kartı borcunu ödeyemedikleri için intihar ediyor. Ama bu sırada reklamlar gibi üretimde yeri olmayan bir alana tonla paralar saçılıyor. Aynı anda doğa kapitalistlerin insafsız kar hırsı nedeniyle yok ediliyor. Dereler yok ediliyor, havamız kirletiliyor, yeşil alanlar bir bir yok ediliyor.”

 

Delikanlı sözünü bitirince Kemal söz aldı. 

“Delikanlı, kapitalizmde israfın olduğu doğru. Reklamlara bazen ben de anlam veremiyorum. Özellikle de güzel bir filmin arasında.”

Amfiyi bir gülüş dalgası kapladı.

Genç de hafiften güldü.

 

“Ama kapitalizmde israf varken kapitalizmin alternatifinde israf olmadığını söylemek de mümkün değil. Bir zamanlar, Arnavutluk komünizm ile yönetilirken devletin başında Enver Hoca vardı. Enver Hoca halkını fakirliğe mahkum etti. Koca Arnavutlukta 1000’den az televizyon vardı. Ama öldüğünde ortaya cıktı ki Hoca’nın evinde 40 adet televizyon varmış. Arnavutluk’u ziyaret edersen her yerinde işgale karşı betondan korugan görürsün. Şu anda hiçbir işe yaramıyor. Büyük bir israftır bunlar. Stalin, halkına Amerikan kültürü ambargosu uygularken kendisi evine kurduğu sinema salonunda en basit Amerikan kovboy filmlerini izleyebiliyordu. Şimdi Kuzey Kore’nin başında bulunan Kim Jong Un, pahalı içkilere ve peynirlere düşkünlüğüyle biliniyor. Bunlara bakınca kapitalizmin yarattığı israfın az olduğunu söylemek mümkün herhalde, ne dersin?”

 

Delikanlı tekrar söz aldı:” Verdiğiniz örneklerin bir kısmı yanlı medyanın çarpıtması olsa da bir bölümü doğru olabilir. Hatta hepsinin doğru olduğunu da kabul edebiliriz. Ama bu örneklerin komünizm için doğru örnekler olduğunu söylemek mümkün değil. Şu anda gördüğümüz, komünizmin kötü uygulamaları. Gerçek komünizm bu değil.”

 

Kemal:

“Genç arkadaşım, verdiğim örnekler Arnavutluk’tan, Rusya’dan, Kore’den. Eğer dünyanın dört bir yanında komünizm kötü örnekler sergiliyorsa o zaman dönüp komünizme bakmak gerekmez mi? Nasıl oluyor da kapitalizm uygulandığı hemen her yerde insanların yaşam koşullarını yükseltirken, refahı sağlarken komünizm her yerde insanların sefaletine, büyük israflara hatta doğa katliamlarına neden oluyor?  Sana doğa katliamı konusunda tek bir örnek verebilirim: Rusya’daki Aral Gölü. Komünist dönemde bu göl aşırı sulamayla kurutuldu. Şu anda gölün yerinde kocaman bir çöl var.

 

Kapitalizmin çok sayıda kusurunu sayabilirsin. Ama kapitalizmin ve demokrasinin kusurlarının farkına varıp düzeltmek gibi güzel bir özelliği de var. Örneğin, daha iyi performans göstersin diye benzine kurşunu koyan da kapitalizm, o kurşunun sağlığa zararı ortaya çıktığında kurşunlu benzine son veren de kapitalizm.”

 

Delikanlı tekrar söz aldı:

“Rusya kötü bir örnek oldu sizin için. Hiç kimse Rusya’daki rejimin iyi bir komünist sistem olduğunu söylemez. Orası yozlaşmış bürokratların komünizm adı altında diktatörlük sergiledikleri bir yerdi. Gerçek komünizm bu değil. Gerçek komünizm Marks’ın fikirlerinde yatar. Marks’ın görüşleri neredeyse 2 yüzyıldır halen geçerli. En önemlisi de Marks’ın ideolojisi durağan bir ideoloji değil. Sürekli değişen, kendisini yenileyen, bilimsel bir ideoloji.”

 

Kemal:

“Delikanlı, Marks’ın görüşlerinin bilimle pek ilgisi yok. Bilim şöyle ilerler: Gerçekliğe ilişkin bir görüş ortaya atarsın. Sonra bu görüşle ilgili tahminler yaparsın. Görüşünün sınamasının nasıl yapılacağını bile ortaya koyarsın. Sonra görüşlerin sınanır, tahminlerine bakılır. Eğer tahminlerin tutmazsa, sınamalardan geçemezsen görüşünün bir kenara atılması gerekir. Bilimsel yöntem budur.”

 

Delikanlı:

“Komünizmin bu şekilde sınaması nasıl yapılabilirdi ki? Örneğin Rusya’da Ekim Devrimi’yle birlikte kapitalist-emperyalistler dört bir yandan ülkeye saldırdı. O saldırılar atlatıldıktan sonra bu sefer 2. Dünya Savaşı çıktı. O bitti, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı başladı. Sosyalist devletler hep kapitalist-emperyalist ülkeler tarafından cendereye alınmışlardı, soluk alamaz hale getirilmişlerdi.”

 

Kemal:

“Delikanlı, mazeret hep olabilir ama sonuç değişmez. Bak sana Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’nı örnek olarak vereyim. Einstein bu kuramında yer çekimini açıklar. Ona göre yer çekimi denilen şey, uzay-zaman dokusunun nesneler tarafından eğilmesi, bükülmesidir. Dünya güneşin etrafından dolanır çünkü aslında güneşin yaratığı eğmeye doğru düşmektedir. Işık bile bu bükmeden kaçamaz ve ağır nesneler ışığın doğrultusunu değiştirir. Şimdi söylemesi kolay ama o devirde, 20. yüzyılın başlarında bunu kabul etmek zordu. Einstein bunu dediği gibi başka bir şey daha dedi: 1919 yılından gerçekleşecek güneş tutulması sırasında iyi bilinen bir yıldızın ışığının büküleceğini söyledi ve bükülme oranını da tahmin etti. Bunları söylerken hala Birinci Dünya Savaşı sürüyordu. Savaşın sonunda yapılan gözlemler bu oranda bükülmeyi doğruladı. Bilim böyle ilerler; tahmin et, sına, tahmin ettiğin doğru çıkmazsa artık iddia etme, başka bir açıklamaya geç. Ama Marks’ta böyle olmadı. Marks, 1830, 1848 ve 1871 yıllarında kapitalizmin yıkılıp yerini komünizme bırakacağını tahmin etti. Ama yanıldı. Kapitalizm yıkılmadı. O zaman Marks’ı bir kenara koymamız lazım değil mi?”

 

Delikanlı:

“Marks’ın görüşünün durağan bir görüş olmadığı gerçeğini göz ardı ediyorsunuz. Marks sabit bir ideoloji koymadı ortaya. Koşullara göre değişen bir ideoloji onunkisi. Onun öngöremediği yerleri Lenin doldurdu. Kapitalizm yıkılmadı çünkü kapitalistler dünyanın geri kalanını da sömürmeye başladı. Lenin’in yorumu buydu. Her devirde, Lenin’in yaptığı gibi Marksizmin yeniden yorumu gerekir. Bilimsel tavır budur.”

 

Kemal biraz kızmaya başlamıştı. Ses tonu yükseldi:

“Bu bir laf kalabalığından başka bir şey değil delikanlı. Einstein’ın görüşleri yanlışlansaydı Einstein “Bu koşulda gerçekleşemedi ama başka koşullarda gerçekleşebilir, benim görüşüm halen doğru” mu diyecekti? Saçmalık bu. Yenildiysen, tahminlerin doğru çıkmadıysa kenara çekilmeyi bileceksin. Matematikte, fizikte, kimyada kullandığın prensipleri burada da kullanmalısın. Bilimi eğip bükemezsin. Şimdi olmadı ama sonra olacak diyemezsin. Sonu gelmez bir şekilde bir düşünceyi kurtarmaya çalışmayacaksın.”

 

Delikanlı bu sert tavır karşısında bozuldu, yıkıldı, yavaşça yerine oturdu. Kemal, kız arkadaşının ona sevgiyle bakışını yakaladı tekrar. Kız, delikanlıyı teselli edici birkaç şey söyledi kulağına. Sevgiyle elini eline aldı.

 

Dekan burada araya girdi, ortamdaki gerginliği yatıştırmaya çalıştı. Sonra Kemal’e çokça teşekkür etti.

 

Bütün amfi Kemal’i alkışladı. Kemal’in göğsü inip kalkıyordu kızgınlıktan ama kendini toparlamaya uğraştı, başıyla onları selamladı.     

  

Dekanın odasında kahve molası verdiler. Dekan oradan buradan çeşitli konular açtı, Kemal de kısa kısa yanıtlar verdi ona. Kafası birçok şeyle doluydu. Hamit’in sözleri, Özer’in sözleri aklına gelip gidiyordu. Ara ara da delikanlının kız arkadaşının sevgi dolu bakışları ve elleri geliyordu gözünün önüne.

 

Kemal çok durmadan ayrıldı.

 

Kemal Yolda

Arabasına bindi. Radyoyu açtı.

Slow yabancı müzik çalan radyo kanalı otomatik olarak başladı.

Nedense bunu istemiyordu. Diğer kanala geçti.

Bu kanal da fazla hareketli geldi.

Böyle birkaç kanal geçti. Sonra gözü USB flash diske takıldı. Melih doldurup vermişti bu diski ona. Melih’i, uzun zaman önce kaybettikleri Gökhan’ı anımsadı. Ses kaynağını USB’ye getirdi. İlk şarkıyı dinlemeye başladı. Arabayı neredeyse mistik,acılı ve yavaş bir melodi kapladı.

 

Soluk bir ay dolanıyor
Kentin üstünde her gece

“Allah Allah, ne zamandır dinlememişim bunu” diye düşündü.

 

Her gece bilge bir gezgin
Tavrıyla adımlıyor yolunu
Güz yanığı
Bir durgun sessizlikle örtülü her şey
Ve yırtılmış bir tül gibi
Savrulup duruyor zaman

 

Ne kadar güzel dedi kendi kendine. Sakin, yavaş, anlamlı.

Grup Yorum’u unutmuştu neredeyse. Şimdiyse neden bir kenara koymuşum ki bu şarkıları diye düşünüyordu.

 

Kemal’in gözlerinden bir damla yaş süzüldü.

 

Ve yırtılmış bir tül gibi
Savrulup duruyor zaman

 

“Hem bir yenilgi hem de bir umut şarkısı” diye düşündü. Yüreği acıyordu.

Boğuluyor gibi hissetti kendisini. Sesi kapadı.

Pencereyi açıp biraz taze havanın girmesini sağladı.

Bu kadar duygusallaştığı için kendine kızdı. Herhalde 10 yıldır ağlamıyordu.

Bakalım başka neler varmış bu flash disk’te diye düşündü. İkinci şarkıya geçti.

 

Bu sefer de Zülfü’nün Şeyh Bedrettin Destanı çalmaya başladı.

 

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda
Bedreddinin kelamını söylemiş
köylünün huzurunda...

“Ne kadar koyu bir şarkı. Yalnızca Zülfü ve bağlaması var ama içine çekiyor adamı.” diye düşündü. Kapılıp gitti.

 

Satırı çaldı cellat,
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardınca düştü başlar
Ve her baş düşerken yere çarmıhından
Mustafa baktı son defa.
Ve her yere düşen başın kılı depremedi:

Toptancılar Çarşısı, Çay Ocağı

 

Hikmet ayağa kalkıp Kemal’i karşıladı. Elini sıktı. Sert bir adam olduğu belliydi Hikmet’in. Eli acımıştı el sıkışırken.

 

 “Kemal arkadaş hoş geldin. Melih’in dostu bizim de dostumuzdur.”

Kısa bir süre sohbet ettiler. Melih dışında birkaç ortak tanıdıkları çıktı, onlardan söz ettiler.

Tekrar görüşmek üzere sözleştiler.

Ocağın küçük ama samimi hali Kemal’in hoşuna gitti.

Burada kendisini evindeymiş gibi hissetti.

Kemal çok durmadı, tekrar geleceğini söyleyip ayrıldı.

 

İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Dairesi, Sol Örgütler Masası

Polis memuru Ömer arkasına doğru dönerek seslendi: “Komiserim, bakar mısınız?

 

Yavuz onlara doğru yaklaştı. “Ne vardı Ömer?” diye sordu.

 

“Komiserim malum çay ocağına yeni birisi geliyor bir süredir.”

“Ne var bunda? Nasıl bir farklılığı var?”

“Komiserim, adamımız tam anlayamamış ama öncekilere hiç benzemiyormuş. 40-50 yaşları arasındaymış ve iyi giyimli, düzgün konuşan birisiymiş.”

“Fotoğrafı var mı?”

“Bir fotoğraf var ama çok net değil. Daha net bir fotoğraf elde etmeye çalışıyoruz.”

 

Yavuz biraz düşündü, bunun hiç hayırlı bir bilgi olmadığına karar verdi.

“Ne yapmaya çalışıyorlar? Planları nedir? Kimi hedefliyorlar?” diye düşündü sonra da “Ömer, Fatih’le birlikte durumu izleyin. Hikmet’in her adımından haberdar olmak istiyorum. Yeni adamı da bulmaya çalışın.” Dedi.

 

Ömer “Emrederseniz komiserim” dedi, Fatih’le birlikte önlerine döndüler.

Ömer’le Fatih’in ne kadar farklı kişiliklere sahip olduğunu düşündü Yavuz. İkisi de üniversite mezunuydular. Fatih bir taşra üniversitesinde okumuştu, Ömer’se İTÜ’den mezundu. Her ikisi de kısa süreli bir iş aramadan sonra polisliği seçmişti. Ömer ne kadar rahat ve sosyalse Fatih de o kadar sıkılgan duruyordu. Ama ikisi de fedakar ve çalışkandı.

 

Toptancılar Çarşısı, Çay Ocağı

Hikmet her zaman olduğu gibi Kemal’i sıcak bir şekilde karşıladı, elini yine sertçe sıktı.

 

Konuşmaya başladılar.

 

“Kemal arkadaş, bu örgütü zor zamanlarda ayakta tuttuk. Düşmana aman vermedik.

Katılımı arttırdık. Düşmana darbeler indirdik.”

 

Hikmet biraz soluklandı. Kemal’in yüzüne baktı, devam etti.

 

“Öğrendik ki Emniyet’te bizim için ayrılan şube faaliyetlerimizden uzun zamandır haberdar.

Bizi bitirmek istiyorlar.

Bazı arkadaşlarımızı içeri aldılar.

Onlar sağlam adamlardır, ser verip sır vermezler.

Ama bizim de hareket yeteneğimiz azaldı.

Bu yakınlarda operasyon yapabilirler.”

 

Kemal heyecanla araya girdi, “Nereden öğrendiniz bütün bunları?”

 

Hikmet Kemal’in yüzüne ters ters baktı.

Kemal yanlış bir soru sorduğunu anladı.

 

Hikmet devam etti:

“Bizim de haber kaynaklarımız var. Düşmanın tam göbeğinde.

Haberleri geliyor.”

 

Hikmet tekrar sustu. Önüne baktı, sonra başını kaldırıp devam etti.

“Düşündük ki onlar vurmadan biz vuralım.”

 

Kemal heyecanlandı. Hafiften terledi.

Sözün nereye geleceğini merak ediyordu.

 

“Birimin başındaki komiseri teşhis ettik. Tüm planları o yapıyor, bilgiler onun elinde toplanıyor. Bizi bitirmeye de ant içmiş. İçimize kadar adam yerleştirmiş.

Evini, yurdunu, geliş gidiş saatlerini biliyoruz.

Şimdi o bizi imha etmeden bizim onu imha edip düşmanın planını bozma vaktidir.”

 

Kemal’in yüzüne baktı. Kemal gözleri büyümüş onu dinliyordu.

 

“Kalan arkadaşlarımızın deşifre olduğunu öğrendik. Operasyon yapmaya gittiklerinde hemen tutsak edilecekler.

İmha görevini onların tanımadığı birisinin yapmasına karar verdik.

Bu görevi senin yapmanı istiyoruz.”

 

Kemal soluk verdi. İstenileni şimdi anlamıştı.

Bir süre bir şey düşünemedi. Sonra hızlıca düşünüp konuşmaya başladı.

 

“Ben yaparım. Olur.

Ayrıntılar nasıl? Eylemi neyle yapacağım, ne zaman yapacağım, nerede yapacağım?

 

“Yaparım demen önemli Kemal arkadaş.

Hepimiz zor zamanlardan geçiyoruz.

Gün eylem zamanı fedakarlık zamanıdır. Hepimiz elimizi taşın altına sokacağız.

Eylemin zamanına henüz karar vermedik.

Ama bilgilerin hepsi hazır. Bir aydır izliyoruz komiseri.

Gelişini-gidişini hepsini öğrendik.

Tüm bilgileri vereceğiz sana.

Genel gel, görüşelim.”

 

İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Dairesi, Sol Örgütler Masası

Ömer, komisere doğru seslendi. Sesi heyecanlıydı.

Komiser Yavuz onlara yöneldi.

“Komiserim, çay ocağındaki kontağımızdan haber alamıyoruz iki gündür. Bugün arkadaşlarımızı evine gönderdik. Bir arkadaşlarından selam getirmek için gittiler. Karısı iki gözü iki çeşme, eve uğramadığını söylemiş.”

“Daha önce hiç yapmış mıydı böyle bir şey?”

“Hayır komiserim, bu ilk oluyor.”

“O zaman ele geçtiğini düşünebiliriz. Operasyonu başlatmamız lazım. Yarın sabahtan adamları toplayalım, karşı tarafa da sezdirmeyelim. Çevik Kuvvet’le ilişkiye geçelim, 50 adam isteyelim, sokakları tutmak için. Ben de Özel Harekatı koordine edeceğim.”

Ömer, “Emredersiniz komiserim” dedi. Telefon görüşmelerine başladı.

 

Toptancılar Çarşısı, Çay Ocağı

 “Kemal, içimizdeki haini bulup enterne ettik. Eylemi öne almaya karar verdik. Çünkü düşmanın da eyleme hemen geçeceğini öğrendik. Yarın sabahtan yapılmalı bu iş. Hazır mısın, yapar mısın?”

 

Kemal bu kadar erken olacağını düşünmemişti. Yüzü hafiften kızardı, alnında bir-iki ter damlası belirledi.

Kekeleyerek “Yaparım” dedi. Bir nefes aldı.

 

Hikmet dolabı açtı içinden bir paketi çıkardı.

Paket oluşturan gazete kağıtlarını dikkatlice yırttı. İçinden simsiyah, pırıl pırıl parlayan bir tabancayı çıkardı.

 

“Kemal, bu Glock’tur. Attığını vurur, düşmanı imha eder.”

Tabancayı Kemal’e uzattı.

Kemal eline alıp tabancayı inceledi.

Soğuk demir yığını görkemli görünüyordu. “Bu tabanca yarın can alacak.” diye düşündü.

 

Kemal komiserle ilgili bilgiyi verdi.

Adı Yavuz’du. Evliydi, çocuğu yoktu.

Atletik birisiydi.

Evden saat 09:00’da çıkıyordu.

Gelen makam arabasına biniyordu.

Kemal’in hem makam şoförünü hem de Yavuz’u vurması gerekiyordu.

 

Hikmet onunla fiziksel temastan kaçınmasını istedi.

“Yalnızca tabancayla ateş et, vur, imha et.

Başarılı olman iyi olur.

Ama her şey olabilir. Eğer vuramazsan orada çok durma.

Hemen uzaklaş.

Sokağın sonunda seni Hilmi bekleyecek bir arabada.

Arabaya bin.

Hilmi seni emniyetli bir eve götürecek. Gece oluncaya kadar orada bekleyeceksin.

Üzerinde telefon olmasın. Hiçbir şey olmasın.

Kimseyle ilişki kurma.

Gece seni alıp bir tekneye götüreceğiz. Tekneyle de Yunanistan’a gideceksin.

Orada Lavrion Kampı’na geçeceksin.

Kampta çok yoldaşımız var. Onlarla birlikte olacaksın.

Daha sonra duruma göre seni Belçika’ya ya da Almanya’ya da geçirebiliriz.

Yunanistan’da da Belçika’da da iyi ilişkilerimiz var, altyapımız iyi.”

 

Kemal çay ocağından ayrıldı.

 

Değişik düşünceler içindeydi. Ama bir süre sonra hepsini başından kovaladı.

Tek bir düşünce kaldı: Verilen görev.

Büyük bir eylem olacaktı. Ses getirecekti.

İçi içine sığmıyordu. “Bütün Türkiye duyacak” diye düşündü, hafiften gülümsedi

 

Komiserin Evinin Önü

Kemal Sokağın başında bekliyordu. Oradaki simitçiden bir simit aldı.

Simitçiyle biraz sohbet etti. Bankada geçen uzun yıllar ona profesörle de simitçiyle de iletişim kurmayı öğretmişti.

 

Biraz sonra makam arabası Kemal’in yaşadığı apartmanın önüne geldi. Araba eski bir Renault Clio’ydu.

Şoför arabayı çalışır halde tutarken dışarı cıktı.

Elindeki bir bezle aynaları ve kapıları silmeye başladı.

Kemal çok beklemedi. Biraz sonra kapıdan komiser cıktı.

Apartman kapısından birkaç adım attıktan sonra başını kaldırıp apartmanda bir daireye doğru baktı, el salladı.

Pencerede karısı vardı, o da el salladı.

Kemal hızlı bir şekilde yürüyerek arabanın yanına kadar geldi.

Çok soğukkanlıydı. Bu kadar soğukkanlı olmasına kendisi de şaşırdı.

 

Belinden tabancayı çıkarttı ve beklemeksizin ateş etmeye başladı.

Önce komisere ateş etti.

Komiser acıyla sarsılıp yere düşünce şoföre döndü ve ona da ateş etmeye başladı.

Şoför kurşunları yiyince yüz üstü yer düştü.

O sırada bir silah sesi duydu.

Başını çevirdiğinde çok şaşırdı.

Komiserin bir kolu kanlar içindeydi ama kendi tarafındaki kapıyı siper edip diğer eliyle bir tabancayı çıkarmış ateş ediyordu.

“Yaralamışım yalnızca” diye düşündü.

İçini bir acı kapladı. Komisere doğru birkaç el ateş etti ama sonuç alamayacağını fark etti.

Kaçmaya başladı.

Bu sırada apartmandan çığlıklar yükseliyordu.

“Karısı bağırıyor” herhalde diye düşündü.

 

Sokağın sonuna ulaştığında arabayı gördü. İçinde Hilmi vardı.

 

Hemen arabaya atladı.

 

Hilmi de çok deneyimliydi. Soğukkanlı bir şekilde kullanıyordu arabayı. Hızlıydı ama kaçar gibi görünmüyordu.

 

Hilmi “Ne oldu?” diye sordu.

“Şoför öldü herhalde ama komiser yalnızca yaralandı.” dedi.

 

Hilmi bir şey söylemedi.

10 dakika böyle gittikten sonra Kemal Hilmi’den arabayı durdurmasını istedi.

“Ama abi talimat böyle değil” dedi Hilmi.

 

“Talimatta değişiklik yok. Yalnızca 2 saatlik bir işim var Hilmi” dedi.

“2 saat sonra seni İskele önünde bulurum, orada ol”

Hilmi arkasından şöyle bir baktı. Sonra da arabayı hareket ettirip uzaklaştı.

 

Kemal bir taksi çevirdi, bankanın adresini verdi. Arka koltukta hemen hiçbir şey düşünmeden oturuyordu.

 

Bankanın önüne gelince şoföre parasını verip indi.

 

Tasarruf Bank Genel Merkezi

 

Binanın kapısındaki görevli biraz şaşırmıştı. Onu bu kapıdan girerken pek görmüyordu. Hele takım elbisesiz görmeyi hiç beklemiyordu. Saygılı bir tavırla kapıyı açtı ve “İyi günler efendim” dedi.

 

Kemal kafasıyla selam verip yürüdü.

 

Asansöre bindi, 15. kata bastı.

Asansör müziği yine sinir bozucuydu ama bu sefer çok takılmadı.

 

Asansörden inince sakin adımlarla Selim’in odasına yöneldi.

Sekretere “Selim bey içeride mi?” diye sordu. Sekreter içeride olduğunu söyledi.

Kemal kapıyı tıklatıp içeri girdi.

 

Selim kafasını kaldırdığında Kemal’i gördü. Her zamanki sırtlan gülüşüyle gülümsedi.

Ooo, Kemal hoş geldin, otur, laflayalım biraz” dedi.

 

Kemal sessizce ilerledi. Belinden tabancayı çıkardı.

Selim kaskatı kesildi, gözleri büyüdü.

 

“Ne oluyor Kemal?” diye ancak sorabildi.

 

Kemal tabancayla bir el ateş etti.

Kurşun Selim kafasına saplandı. Selim arkaya doğru devrildi.

 

Kemal odadan çıkıp kapıyı kapadı.

Sekretere “Selim bey rahatsız edilmek istemiyor, kimseyi almayın” dedi.

 

Sekreter hem duyduğu sesten hem de Kemal’in halinden çok kaygılanmıştı ama Kemal’i kafasıyla onayladı ve Kemal uzaklaşırken arkasından bakakaldı.

 

Kemal asansöre binince de hemen Selim’in kapısını tıklatıp içeri girdi.

Selim’i göremeyince masasına yaklaştı. Selim’in cesedini gördü. Kafasından akan kan bir gölcük oluşturmuştu.

 

Sekreterin çığlıkları bütün katı inletti.

 

Kemal binanın girişine ulaştığında güvenlik görevlileri içeri doğru koşmaya başlamıştı.

 

Kemal “Ne çabuk öğrendiler?” diye düşündü.

Kapıdan çıkmak üzereyken bir güvenlik görevlisi kolundan tutmaya çalıştı.

Kolunu hızlıca çekip adamın suratına baktı.

Güvenlik görevlisi Kemal’in yüzündeki ifadeyi gördüğünde katılıp kaldı. Bir şey yapamadı.

 

Kemal binadan çıkıp bir taksi çevirdiğinde bazı güvenlik görevlileri binadan çıkıp kendisine doğru koşmaya başlamıştı.

Her yerde bağrışlar duyuluyordu.

 

Taksici “Ne oldu abi burada?” diye sordu.

Kemal tabancasını çıkarıp “Çok konuşma, çabuk sür” dedi.

 

Şoförün yüzü bembeyaz kesildi ama arabayı da sürdü.

 

“Nereye abi?” diye sordu. Kemal evinin adresini verdi.

Şoför konuşmadan arabayı sürdü. Kemal hep çevresine bakınıyordu.

Şoför Kemal’in dikkatsizliğinden yararlanıp alarm düğmesine basabildi.

 

Evin önüne gelince Kemal arabadan bindi. Cebinden bir miktar para çıkartıp verdi.

“Buradan çabuk git, uzaklaş, kimseye bir şey anlatma”.

 

Şoför “Tamam abi sen merak etme” deyip gaza bastı.

 

Kemal’in Evi

Kemal içeri girdi. Kapıyı sıkı sıkıya kilitledi.

Ceketini çıkardı.

Kadehe en sevdiği şaraptan biraz koydu. Ağır ağır yudumlamaya başladı.

Dakikalar hiç geçmeyecek gibi geliyordu.

İşi bitiremediği için üzülüyordu.

Ama Selim’i anımsayınca gülümsedi.

Selim tamamdı neyse ki.

“Bir pislik eksildi en azından” diye düşündü.

 

Birden kapı vurulmaya başlandı. Bir ses “Aç kapıyı, Polis” diye bağırıyordu.

Hemen kendini yere attı, tabancasını çıkardı.

Kapı çeliktendi ve sağlam bir kilidi vardı.

“Hemen açamazlar” diye düşündü

Sürünerek pencereye kadar ilerledi. Perdeyi hafifçe aralayıp dışarıya baktı.

Dışarıda çok sayıda polis vardı. Arabalarının lambaları yanıp sönüyordu.

Polis çemberinin hemen dışında da çok sayıda kişi meraklı gözlerle binaya bakıyordu.

 

Bir polis onun pencereden baktığını fark etti, elindeki megafonla “Teslim ol Kemal, etrafın sarıldı” diye bağırdı.

Kemal önündeki pencereyi tabancasının kabzasıyla kırdı. “Gel de al pis faşist” diye bağırdı ve bir el ateş etti. Sonra da hemen eğildi.

 

Tabanca atışı üzerine polisler çil yavrusu gibi dağıldı. Arabaları ve ağaçları siper aldılar.

 

Kemal, başını biraz kaldırıp pencereden tekrar ateş etti.

 

Birden bulunduğu yere doğru atışlar başladı. Kurşunlar başının üzerinde geçiyor, evdeki eşyalara ya da duvarlara çarpıyordu.

Sürünerek uzaklaşmaya çalışırken böğründe bir ateş hissetti. Elini bastırdı. Elini kaldırdığında eli kanlıydı.

 

“Allah Kahretsin” diye söylendi.

Sonra bütün gücüyle bağırdı “Tek yol devrim, tek yol sol!”

Bir daha bağırdı “Yaşasın halkların kardeşliği”

 

Elini böğrüne götürdü. Çok acıyordu. Kan da kaybediyordu sanki.

Sırtını duvara yasladı.

Tabancayı kontrol ederken bir kurşun göğsüne saplandı.

Soluk alışı hızlandı ama yeterince soluk alamıyordu.

Göğsüne gelen ikinci bir kurşunla başı duvara iyice yaslandı.

Kaskatı kaldı.