Bilgisayar
Konusundaki Batıl İnançlar
Bazı insanlar merdiven altından geçmekten korkarlar. Bazıları ise gece tırnak kesmekten. Bazıları ise siyah
kedileri sevmezler. Bütrün bunların uğursuzluk getirdiğine inanılır. Böyle aslı
astarı olmayan inançlara, düşüncelere batıl inanç denir.
Batıl inançlara genelde düşük eğitimli kişilerde
rastlanır. Ama daha iyi eğitim alan
kesimlerde de kimi konularda batıl inançlara, temelden yanlış bilgilere
rastlarsınız.
Bu yazıda size bilgisayar sektöründe çok sık rastladığım
bazı batıl inançlardan söz edeceğim.
İlkönce bu batıl inançları sıralayalım sonra da tek tek
açıklayalım:
Batıl İnanç 1: SCSI, IDE'den iyidir.
Batıl İnanç 2: Topraklama yapılmazsa cihazlara zarar
gelir.
Batıl İnanç 3: Broadcast kötüdür çünkü fazla trafik
yaratır.
Batıl inanç ve davranış 4: Bir
iletişim kutusunda önce Apply sonra OK
düğmelerine basmak gerekir.
Batıl inanç 5: Monitörler fazla
miktarda radyasyon yayar, bu radyasyonu engellemek için ekran filtresi
kullanmak gerekir.
Batıl İnanç 6: Ağ protokolleri
arasında iş bölümü vardır.
Batıl İnanç 7: Virüsleri yazanlar
antivirüs yazılımı üretenlerin ta kendisi.
Batıl İnanç 8: Microsoft yalnızca
iyi pazarlama yaptığı için bir numara olmuştur.
Batıl İnanç 9: Microsoft’un ürünleri
güvenli değildir.
Batıl İnançlar 10: Microsoft’un
yazılımcıları iyi değildir, iyi yazılım üretemezler.
Batıl İnanç 11: Türkiye’de bize bir
Bilişim Bakanlığı lazım.
Batıl İnanç 12: Türkiye’de bilişim
sektörünün devlet tarafından desteklenmesi gerekiyor.
Batıl
İnanç 13: Bilişimin gelişmesi için teknoparkların sayısının artması gerekiyor.
Batıl
İnanç 14: Yahoo, Google gibi arama motorları, gerçekleştirilen aramalarda siteleri
üst sıralarda listelemek için para alıyorlar
SCSI sabit diskler
IDE sabit disklerden iyidir.
SCSI ve IDE spesifikasyonları, sabit disklerin
bilgisayarın diğer birimleriyle iletişimini düzenler, yani, birer arayüzdürler
(interface).
SCSI sabit diskler daha pahalıdır, kendilerine özgü
kontrol kartları gerektirirler. IDE sabit diskler ise
çok ucuzdur, özel IDE kontrol kartlarına gerek duymazlar çünkü her anakartta 2
adet IDE çıkışı bulunur. Bu çıkışlara toplam dört adet IDE cihaz bağlanabilir.
Yaygın kanı SCSI'lerin daha yüksek performanslı ve daha
güvenilir olduğu yönündedir. Sunucu bilgisayarlarda hep SCSI kontrol kartları
ve SCSI sabit diskler istenir.
Bu yaygın kanı tipik bir batıl inançtır. Nedenini
açıklayayım.
Arayüzlerini bir kenara bırakırsak sabit diskler çılgınca
bir hızla dönen plakalardan ve bu plakalara kaydedilmiş verileri okuyan
kafalardan oluşur. Bilgisayara elektrik verilir verilmez sabit diskin plakaları
dönmeye başlar ve eğer enerji tasarrufu yapan bir işletim sistemi
kullanılmıyorsa kapatılana kadar hep aynı hızda döner durur. Bir sabit diskin
performansını temel olarak plakaların dönüş hızı belirler. Dönüş hızının birimi
rpm'dir (round per minute: dakikada dönüş sayısı). Tipik rpm değerleri 5400,
7500 ve yeni sabit disklerde de 10000'dir. Yani, şu anda alabileceğiniz en kötü
sabit diskin plakaları dakikada tam 5400 kez dönmektedir.
Sabit disklerin arayüzleri sabit diskin elektromekanik
yapısıyla doğrudan bağlantılı değildir. Yani, sabit disk üreten bir firma
ürettiği herhangi bir sabit diskin arabirimini SCSI de yapabilir, IDE de
yapabilir.
SCSI'nin IDE'ye göre performansını ölçmenin en iyi yolu
aynı üreticiden çıkan, aynı rpm'e ama farklı arayüzlere sahip (SCSI ve
IDE) disklerin performansını
karşılaştırmaktır. Böyle bir test PC Magazine dergisince yapılmıştır ve
sonuçları 1993 yılının Temmuz sayısında yayınlanmıştır (sayfa 202). Bu test
sonucuna göre aynı rpm'e sahip sabit diskler arasında en iyi performans IDE
disklerde elde edilmektedir.
Bu niye böyle olmaktadır? Bunun temel nedeni IDE'nin çok
daha basit bir spesifikasyon olmasıdır. Bilgisayarda basit sözcüğü herzaman
yüksek performans anlamına gelir. Bir şey ne kadar basitse o kadar yüksek
performanslıdır, ne kadar karmaşıksa performansı da o kadar kötüdür.
IDE basit olduğu için sabit disk işlemleri sırasında
işlemcinin üzerine büyük bir yük biner: Sabit diskin yapacağı herşeyi işlemci
tek tek belirtmek zorundadır.
SCSI ise karmaşık ve daha akıllı bir sistemdir. Sabit
diskle ilgili bir işlem yapılacağı zaman işlemci genel olarak komutu verir,
gerisini SCSI kontrol kartı halleder.
Peki, SCSI'nin daha yüksek performanslı olduğu inancı
nereden kaynaklanıyor?
Bunun nedeni sabit disk firmalarının ürettikleri en hızlı
sabit disklerin arabirimini ilk başta SCSI yapmalarıdır. Bu niye böyledir?
Bunun da tarihsel bir nedeni var: IDE, yakın zamana kadar çok geri bir
arabirimdi, sabit diskte yüksek kapasitelere izin vermiyordu, daha yerine
oturmamıştı. SCSI ise çok daha eli yüzü
düzgün, durmuş-oturmuş bir arayüzdü. Bu yüzden en yüksek kapasiteli diskler hep
SCSI arabirim kullandılar. Bilgisayar uzmanları buna alıştılar, en yüksek
kapasiteli (ve her zaman daha yüksek rpm'li) sabit diskleri SCSI'den bekler
oldular. Bu sefer sabit disk firmaları
da onların beklentilerine uygun davrandı ve en yüksek rpm'li disklerini hep
SCSI arabirimli olarak çıkardı. Bu birbirini besleyen süreç devam etti.
Yukarda IDE'nin yüksek performansını açıklarken SCSI
sistemlerin bir avantajını da açığa çıkardık: SCSI'li sistemler işlemcinin
üzerinden önemli bir yükü kendi üzerlerine almaktadırlar. Yani, SCSI'li
sistemlerin CPU kullanım oranı düşüktür. Bu da sunucu bilgisayarlarda önemli
bir özelliktir. Yardımcı devrelerin CPU kullanım oranı ne kadar düşükse sunucu o kadar rahat
edecek ve asli işi olan ağ üzerindeki kullanıcılara hizmet işini o kadar iyi
yapacaktır. Sırf bu nedenle bile sunucu bilgisayarlarda SCSI kullanılabilir.
Ama bu avantaj da aslında tek başına SCSI'yi seçmek için yeterli değildir.
Çünkü şu anda kullanılan işletim sistemlerinin hepsi mükemmele yakın bir sabit
disk kaşesi kullanırlar. Bu kaşe sayesinde sabit diske erişim minimuma
indirilmiştir. İşlemci genelde sabit diskle pek uğraşmaz, istediği bilgi
kaşeden yani, RAM bellekten gelir. Hal böyle olunca sabit diskle ilgilenme
sırasında CPU kullanım oranı yüksek olsa da çok farketmez: İşlemci sabit diske
erişirlken meşgul olacaktır ama bu çok çok kısa sürecektir. Eee, o kadar da
meşgul olsun.
SCSI'li sistemlerin önemli bir dezavantajı vardır: Çok
sorun çıkarırlar. SCSI'nin nimetlerini saya saya bitiremeyenlerin hemen hepsi
SCSI ile ilgili birçok sorunla karşılaşmıştır. En büyük sorun SCSI kontrol kartlarıyla SCSI sabit
diskler arasında çıkmaktadır: Bir SCSI kontrol kartı şu sabit diskle çalışır da
bununla çalışmaz ya da tam tersi olur. IDE'de ise bu konuda ne kendim bir sorun
yaşadım ne yaşayan duydum.
Topraklama
yapılmazsa cihazlara zarar gelir.
Bilgisayar sektöründe en yaygın batıl inançlardan birisi
de topraklama yapılmazsa cihazların zarar göreceği şeklindedir.
Bilgisayarla ilgili herhangi bir cihaz ya da parça
(özellikle network kartı ve anakart) arıza yaparsa satıcı firmalar ilk olarak
topraklamayı araştırır, bu konuda
müşterisine güzel bir fırça çeker, bütün cihazlar topraklanır ve hem
satıcı hem de alıcı taraf bir daha arıza çıkmadığı konusunda yemin billah
ederler.
Ama yukardaki bu durumun tersine topraklama cihazı
korumaz: İnsanı korur. Evinizdeki buzdolabının da, işyerinizdeki
bilgisayarınızın da topraklı hatlarla beslenmesinin tek bir nedeni vardır: Sizi
korumak. Buzdolabını ya da bilgisayarı değil, sizi korumak.
Peki, bu niye böyledir?
Topraklama dediğimiz şey cihazın şasesinin, yani
kasasının, yani insan tarafından ellenebilecek kısmının bir telle toprağa
bağlanmasıdır. Bu sayede eğer cihazın içindeki, normalde kasaya dokunmayan
elektrik aksamı bir şekilde arıza yapar da elektrik akımı kasaya geçerse kasa
üzerinden toprağa akacak, kasaya dokunan insana zarar vermeyecektir. Hepsi bu kadar.
Peki, topraklama yapılmazsa ne olur? Bir arıza durumunda,
kasaya akım geliyorsa ve bu kasayı bir insan elliyorsa çarpılacaktır. Buraya
dikkat edin: Topraklama yapmamak kendi başına bir arızaya neden olmaz. Bir
arıza olduğunda topraklama yoksa insanlar zarar görebilir. "İnsanlar zarar
görür" bile diyemiyoruz, "zarar görebilir" diyoruz çünkü her
arıza sonucunda da elektrik akımı kasaya geçecek diye bir kural yok.
Peki niçin satıcı firmalar topu
hemen topraklamaya atıyorlar? Çünkü kolaylarına geliyor bir, olayı onlar da
bilmiyor iki.
Broadcast kötüdür
çünkü fazla trafik yaratır.
Bir diğer batıl inanç ve yanlış bilgi de bilgisayar ağları
üzerindeki brodacast trafiği konusunda.
İlkönce broadcast nedir onu açıklayalım.
Bir ağ üzerinde mesajlar bir bilgisayardan başka bir
bilgisayara üç şekilde yollanabilir: Directed (Doğrudan), Broadcast (Herkese)
ve Multicast (birden fazla hedefe ama herkese değil). Multicast yeni bir
kavram, pek kullanımı da yok, onun için tartışma dışında tutulabilir.
Directed mesajlar bir bilgisayardan başka bilgisayara gider.
Broadcast mesajlar bir bilgisayardan bütün bilgisayarlara
gider.
Genel olarak bir işi yapmak için broadcast mesajlar
kullanmak yerine doğrudan mesajlar kullanmak isteriz. Buraya
kadar herkes hemfikir. Ama niye böyle isteriz, işte burada bir batıl
inaç var:
Broadcast yerine directed mesaj kullanımının nedenini
sorduğunuzda on kişiden hemen hemen onu da aynı şeyi söyler: Broadcast daha
fazla trafik üretir.
Bu açıklamanın gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi yok.
Broadcast trafiğinden mümkün mertebe kaçınmak istiyoruz ama bunun nedeni
aynı işi yaparken broadcast'in daha fazla trafik üretmesi değil. Başka bir şey. Aşağıda bu nedeni açıklayacağım. Ama önce bir
örnekle broadcast'in daha fazla trafik üretmediğini göstereyim:
Örneğimiz Microsoft işletim sistemlerini ve network protokolü olarak TCP/IP'yi
kullanan bilgisayarların isim-IP çözümlemeleri üzerine. Bildiğiniz gibi her
bilgisayarın 15 karaktere kadar çıkabilen bir ismi bulunur ve haberleşme
sırasında bu ismin IP adresine çevrilmesi gerekir. Bu iş iki türlü yapılır: Ya
broadcast mesajlar yardımı ile ya da doğrudan.
İsim-IP çözümlemesi brodcast ile yapılırken ismine
karşılık IP adresi istenen bilgisayarın ismi broadcast yapılır, yani soran
bilgisayar bağırır: "Bu isme sahip bilgisayarın IP adresi nedir?"
şeklinde. O isimde bir bilgisayar bulunuyorsa o da benim IP adresim şudur
şeklinde bir yanıt gönderir. Bu işlem yani, soru-yanıt işlemleri tam tamına 196
byte'lık trafik üretir.
İsim-IP çözümlemesi doğrudan yapılacaksa ortada bir
merkezi bilgisayar bulunmalı, bilgisayarların isimleri ve IP adresleri bu
bilgisayarda kayıtlı olmalıdır. Bu görevi üstlenen bilgisayar WINS sunucudur.
Yukardaki örnekte bir isme karşılık IP adersi öğrenmek isteyen bilgisayar
kayıtların saklı olduğu WINS sunucuya başvurur (broadcast değil doğrudan
yayınladığı bir mesajla). WINS sunucu da ona istenilen bilgiyi verir. Bu işlem
de tamtamına 196 byte'lık trafik üretir.
Biz yaratılan trafik aynı olmasına karşın ikinci seçeneği
yeğleriz. Hatta ve hatta ikinci seçenekte yaratılan trafik biraz daha fazla
olsaydı bile ikinci seçeneği yeğlememiz gerekirdi. Niye?
Broadcast bir mesaj yayınladığında bu mesajı ağ üzerindeki
bütün bilgisayarlar alırlar. Örnekteki gibi bir isim-IP bilgisi soruluyorsa
mesajdaki ismi kendi isimleriyle karşılaştırırlar. Eğer sorulan isim kendi
isimleri değilse mesajı çöpe atarlar. Bu, her bir bilgisayarın bir süreliğine
de olsa meşguliyeti demektir. Bu meşguliyet çok kısa bir an için söz konusudur.
Ama isim-IP çözümleme işleminin değişik zamanlarda değişik bilgisayarlar tarafından
hep yapıldığını hesaba katarsanız bu meşguliyetin anlamlı yükler anlamına
geldğini görürsünüz.
Halbuki isim-IP bilgisi bir WINS
sunucudan doğrudan alınsaydı yalnızca o WINS sunucu meşgul edilecekti. Diğer
bilgisayarlar meşgul olmayacaktı. İşin özü budur. Broadcast mesajları bu yüzden
istemeyiz: Fazla trafik yarattığı için değil, diğer bilgisayarları boşu boşuna
meşgul ettiği için.
Bir iletişim kutusunda önce Apply
sonra OK düğmelerine basmak gerekir.
Bilgisayarımızda
herhangi bir ayarı değiştirmek istediğimizde karşımıza bir iletişim kutusu
(dialog box) çıkar. Bu kutuda ayarımızı yaparız ve yaptığımız değişikliği devreye almak
için Apply (Uygula) ya da OK düğmelerinden birine basarız. Apply düğmesi ayar
değişikliğini devreye alır ve bizi iletişim kutusunda bırakır. Böylece o iletişim kutusunda başka şeyler yapabiliriz. OK
düğmesi ise ayar değişikliğini devreye alır ve iletişim kutusunu kapatır.
Buraya kadar her şey normal. Batıl inanç daha doğrusu
batıl davranış ise şu: Bilgisayarla uğraşanların çoğu (buna profesyonel şekilde
uğraşanlar da dahil) herhangi bir değişiklik yaptıklarında önce Apply düğmesine
basıyorlar, hemen sonra da OK düğmesine basıp çıkıyorlar. Peki,
madem bir değişiklik yapılıp o iletişim kutusundan çıkılacak, doğrudan OK
düğmesine basılamaz mıydı? Basılabilirdi. Ama
günümüzün en yaygın batıl inancı olarak insanlar önce Apply sonra OK düğmesine
basılmazsa sorun çıkacağına inanıyorlar ve düzenli olarak iletişim kutularını
Apply-OK düğmelerine basarak kapatıyorlar. Böyle yapmak zararlı değil, sonuçta
yanlış bir iş yapmıyoruz. Ama bunu yapmak gerekli de değil. O zaman yapmasak
daha iyi olur.
Monitörler fazla miktarda radyasyon
yayar, bu radyasyonu engellemek için ekran filtresi kullanmak gerekir
Çok sayıda firma
monitörlerde kullanmak üzere ekran filtreleri üretiyor ve pazarlıyor. Bu filtreleri
satmak için de gerçek dışı iddialarda bulunuyorlar. Onların
iddialarına göre monitörler bizlere zarar verecek miktarda radyasyon
yayıyorlar. Bu radyasyon ise yalnızca onların
ürünleriyle azaltılabilir. Bu iddialar gerçek dışı.
Neden mi?
Monitörlerden
yayılan radyasyonun etkileri konusunda çeşitli araştırmalar yapıldı. Bu araştırmaların
sonunda monitörden yayılan radyasyonun hastalıklara yol açtığı gösterilemedi.
Üstelik ne olur olmaz denilerek monitörlerden yayılan
radyasyonu daha da azaltmak için kurallar koyuldu. Şu anda monitörlerden
son derece az radyasyon yayılıyor.
Peki, ekran
filtresi kullanmayalım mı? Ekran filtrelerinin birincil kullanım amacı gözü
rahatlatmaktır.
Ekran
filtrelerinin bir diğer kullanım amacı da ekran üzerinde statik elektrik
birikimini engellemektir. Filtreden çıkan bir tel toprağa bağlanır, böylece
ekran üzerindeki statik elektrik toprağa akar. İyi de
statik elektrikten niçin kurtulmak istiyoruz? Statik
elektrik toz parçacıklarını kendine çeker ve monitör sürekli tozlanır. Statik elektrik toprağa akıtılırsa toz parçacıkları da monitöre
çekilmez.
Ağ protokolleri arasında iş bölümü
vardır
Ağ protokolleri
(NetBEUI, IPX/SPX ve TCP/IP gibi) bilgisayarların bir ağda birbirleriyle
görüşebilmesini sağlar. Bu protokoller insanlar arasındaki dillere benzer.
Bilgisayarlar birbirleriyle iletişime geçebilmek için ortak
protokoller kullanmalıdırlar. Örneğin, bir bilgisayarda protokol olarak
NetBEUI, diğer bilgisayarda TCP/IP protokolü yüklü ise bu bilgisayarlar
birbirleriyle iletişime geçemezler (İnsanlarda da böyledir: Bir insan
Fransızca, diğeri Türkçe konuşuyorsa anlaşamazlar. Anlaşabilmek
için ikisinin de konuşabildiği bir dili kullanmalıdırlar). Şöyle bir
batıl inanç var: İnternet’e bağlanmak için bilgisayarlarda TCP/IP protokolü
bulunmalıdır, Network Neighborhood’da bilgisayarların birbirini görmesi içinse NetBEUI
ya da IXP/SPX protokolünün bulunması gerekir. Tamamıyla
yanlış bir inanç. Protokoller arasında bir iş bölümü yok. Örneğin, TCP/IP hem İnternet’e bağlantı için hem de bilgisayarların
yerel ağda birbirlerini görmeleri için kullanılabilir. Peki, bu batıl inanç nereden kaynaklanıyor? Bu inancın kökeni TCP/IP’nin yapılandırmasının zor olmasından
kaynaklanıyor. IP adreslerinin yanlış verilmesi, hatta
subnet maskesinin yanlış verilmesi yerel ağdaki bilgisayarların birbirine
ulaşamamasına, birbirlerini görememesine neden olur. Böyle
bir durumda NetBEUI protokolünün yüklenmesi mucizevi şekilde bilgisayarların
birbirlerini görmesini sağlar, çünkü NetBEUI’nin yapılandırılabilir bir
parametresi yoktur, yüklediğinizde çalışmaya başlar. Bu
da “TCP/IP yükledim, bilgisayarlar birbirlerini görmedi, NetBEUI’yi yükledim
hemen birbirlerini görmeye başladılar” cinsinden saptamalara neden olur.
TCP/IP’yi doğru yapılandırırsak hem bilgisayarların birbirini
görmesini, hem de İnternet’e çıkışı sağlamış oluruz. Peki,
TCP/IP’yi nasıl doğru bir şekilde yapılandıracağız? Basit
bir kural olarak bilgisayarlara ardışık IP adresleri ve hep aynı subnet
maskesini girin. Örneğin, üç makinemiz olduğunu
varsayalım. Birinci makinenin IP adresi 10.0.0.1,
ikincisinin IP adresi 10.0.0.2, üçüncüsünün IP adresi 10.0.0.3 olsun. Üç makinenin subnet maskesi de aynı olsun (örneğin, 255.0.0.0 ya da
255.255.0.0 gibi). Bu durumda makineler birbirlerini
sorunsuz şekilde görürler.
Virüsleri yazanlar antivirüs
yazılımı üretenlerin ta kendisi
Düzeltmekten bıktığım bir batıl
inanç bu. Bilgisayar konusunda bir şey bilmeyenler de, bir şeyler bilenler de
hep aynı şeyi söylüyorlar: Adamlar para kazanmak için önce virüs yazıp ortalığa
salıyorlar, sonra da bu virüsleri temizleyen yazılımları üretip para
kazanıyorlar. Böyle bir şey yok arkadaşlar! Bu iddia tamamen saçma ve gerçek
dışı! Virüs yazılımı üretmek uygar ülkelerde büyük ve çok
ciddi bir suç. Virüs yazan kişi ya da firmalar
yakalandıklarında hayatları karartılıyor. Şu ana kadar
dünyayı kasıp kavuran virüslerin (Çernobil, Melissa vb.) yazarlarının çoğu
yakalandı ve hapse mahkum oldu. Uygar ülkelerde antivirüs
üreticisi firmaların virüs ürettiğine dair bir ima bile yok. Virüsleri,
anrivirüscülerin ürettiği iddiası ancak ülkemizdeki insanların kafa yapısını
yansıtıyor: Kötü düşüncelerle ve komplo teorileri ile dolu kafalara sahip
olduğumuz için virüslerin arkasında da bir komplo arıyoruz.
Microsoft yalnızca iyi pazarlama
yaptığı için bir numara olmuştur
1975 yılında
kurulan Microsoft’un şu anda dünyanın en büyük yazılım firması ve borsa değeri
en yüksek firmalardan birisi olması herkesi şaşırtmaktadır. Bu durumu
açıklamaya çalışanlar genelde Microsoft’un en önemli özelliğinin iyi pazarlama
yapması olduğunu söylerler. Onlara göre aslında Microsoft’un
ürünleri kötüdür, en çok da vasattır ama Microsoft’un pazarlama taktikleri
sayesinde Microsoft bunları en yaygın kullanılan ürünler durumuna getirmiştir.
Doğrudur,
Microsoft pazarlama alanında çok güçlüdür. 1990 yılında Windows 3.0 için, 1995 yılında
Windows 95 için yürüttüğü tanıtım ve pazarlama kampanyaları sektörün en büyük,
en pahalı kampanyalarıdır. Ama pahalı kampanyalarla yanlış bir ürünü ne kadar satabilirsiniz ki? Microsoft bir
numara çünkü ürünleri iyi ve pazarlaması iyi. Bu
ikisinin hep bir arada olması gerek. İyi pazarlama
yapamazsanız iyi bir ürünü satamazsınız. Kötü bir ürünü de ne kadar iyi pazarlama yaparsanız yapın yine belli bir
miktardan fazla satamazsınız. Ayrıca Microsoft iyi pazarlama
yaparken rakiplerinin niçin iddia edildiği gibi çok daha iyi ürünleri iyi
pazarlayamadığı ayrı bir merak konusudur.
Microsoft’un ürünleri güvenli
değildir
Piyasada
Microsoft’un ürünlerinin güvenli olmadığı, Linux ve UNIX işletim sistemleriyle
bu işletim sistemleri üzerinde çalışmakta olan ürünlerin daha güvenli olduğu
yönünde bir inanç var. Bu da bir batıl inanç. Yapılan testler bütün
işletim sistemlerinde çeşitli açıklar bulunduğunu ortaya çıkıyor. Bu açıklar kapatıldığında bütün işletim sistemleri hemen hemen aynı
oranda güvenli oluyorlar. Örneğin, bu yakınlarda
ortaya çıkan SQL Server solucanı Microsoft’un aylar öncesinde bulup önlemini de
aldığı bir açığa dayanıyordu. Microsoft’un
bültenleriniz izleyip en son yamaları yükleyenler bu solucandan etkilenmediler.
Microsoft’un
ürünleri daha güvensiz görünüyordu çünkü en yaygın ürünler bunlardı. Hacker’lar ve
virüs üreticileri de bu ürünleri hedef alıyordu. Linux’un
yaygınlaşmasıyla birlikte Linux da bu kesimin hedefi haline geldi. Biraz araştırma yapınca Linux için üretilmiş virüsleri ya da saldırıları
bulabiliyoruz. Bunların sayısı halen çok değil çünkü bütün patırtıya
karşın Linux halen Microsoft işletim sistemleriyle karşılaştırılabilir
yaygınlıkta değil. Ayrıca Linux’un en büyük avantajı olan
açık kodlu mimari aslında virüs üreticileri ve hacker’lar için de büyük avantaj
sağlıyor. Öyle ya, işletim sisteminin ve programların
kodunu görebilen kötü niyetli bir kişiyseniz o ürünleri anlayıp onlara yönelik
daha yıkıcı virüsler üretebilir, daha yıkıcı saldırılar planlayabilirsiniz.
Sonuç olarak Microsoft ürünleri de diğer ürünler kadar
güvenlidir diyebiliriz.
Microsoft’un
yazılımcıları iyi değildir, iyi yazılım üretemezler.
Bu da Türkiye’deki
yaygın inançlardan birisi. Bu iddianın da aslı astarı yok. Microsoft’ta şu anda dünyaca ünlü yazılımcılar bulunuyor. Bir tanesi Richard Rashid. UNIX dünyasında
çok bilinen Mach işletim sisteminin en önemli tasarımcılarından birisi.
Diğeri Dave Cutler. Digital Eqipment’da ondan fazla işletim
sisteminin yazımında bulunmuş birisi. Microsoft
tarafından ilk sürümü 1993 yılından çıkartılan Windows NT işletim sisteminin
baş tasarımcısı. Bir başkası, ilk grafik arayüzlü
işletim sistemlerinden birisinin tasarımında bulunan ve değişken adlarının
yazımı için Hungarian notation (Macar kuralı) şeklinde bir ekol oluşturan
Charles Smonyi. Bu üçü yalnızca bir örnek. Microsoft, genç ve yaşlı çok sayıda dahi programcıyı barındırıyor.
Bu yazılımcılar görülmemiş bir hızla en üst kalitede
yazılımlar üretiyorlar.
Türkiye’de bize bir Bilişim
Bakanlığı lazım
Yeni hükümetin
seçim öncesi vaadlerinden birisi bakanlıkların sayısının azaltılacağı
yönündeydi.
Toplumumuzda çok sayıda kişi bakanlıkların sayısının
azaltılması gerektiğini düşünüyor. Bu düşünce bir tek bilgi
işlem çalışanları tarafından paylaşılmıyor. Bu
sektördeki insanlar sürekli olarak bir Bilişim Bakanlığı rüyası görüyorlar.
Devletin çeşitli kademelerinde birbirinden bağımsız olarak
götürülen bilgi işlem projelerinin böyle bir bakanlık sayesinde eşgüdümlü
olarak yürütüleceği iddia ediliyor. Bense “iyi ki öyle
bir bakanlık yok, iyi ki işler eşgüdümsüz ilerliyor” diye düşünüyorum.
Böyle bir bakanlığın kurulduğunu düşünün: Bir bakan atanacak, bakan kendi
bürokrasi kadrosunu oluşturacak, bu kadro sürekli olarak yeni bir bina ve daha
iyi maaş koşulları isteyecek, devletteki en küçük
proje için bu bakanlıktan onay beklenecek. Bu bakanlık bitmez tükenmez “Bilişim
Master Planı” toplantıları, kurultayları düzenleyecek vs. vs. Bilişim şimdiki kadar bile ilerlemeyecek. Tanrı bizi böyle
bir bakanlıktan korusun.
Türkiye’de bilişim sektörünün devlet
tarafından desteklenmesi gerekiyor
Bilişim sektörü
masrafsız bir sektör. Bir yazılım mı üreteceksiniz; bir bilgisayar, bilgi
ve çokca çalışma yeter. Bir ürün mü üreteceksiniz; bir
bilgisayar, bilgi, bir miktar elektronik komponent ve çokca çalışma yeter.
Yazılım firmaları Microsoft, Borland böyle kuruldu. Donanım firmaları HP ve Apple böyle kuruldu. Ama gelin görün ki yine sektörümüzde tam tersi bir inanç var.
Herkes ille de bu sektör devlet tarafından desteklensin istiyor. Çok zengin devletler bile böyle bir destek vermezken bizim
devletimizden böyle bir destek istenmesi garip.
Bilişimin gelişmesi için
teknoparkların sayısının artması gerekiyor
Bilişim sektörünün
başını çeken AB ve Japonya’da teknopark diye bir şey yok. Teknopark kavramı
bilişim devriminin gerisinde kaldığını düşünen devletlerde ortaya çıkan bir
kavram. Biz de onların kuyruğuna takılarak çok sayıda
teknopark kurmaya giriştik ve daha fazla teknopark kurulmasını istiyoruz.
Teknoparkları savunanlara göre teknoparklar, yaratıcı düşünceye sahip ama
parasal olarak yeterli kaynaklara sahip olmayan firmalara ev
sahipliği yapacak. Ancak Türkiye’de halen var olan teknoparklarda olan bu
değil. Teknoparklar vergi yönünden büyük avantajlar
içeriyorlar ve bu yüzden teknoloji üretmeyen, bildik ticari faaliyetler yürüten
firmalar teknoparklara hücum ediyor. Hatta firmaların
önemli bir kısmı bu teknoparklardan küçük yerler kiralayıp vergi
avantajlarından yararlanmayı seçiyorlar. Bu tür
firmalar teknoparklarda görünüyor ama aslında bambaşka yerlerde faaliyet
gösteriyorlar. Bu durumlarıyla teknoloji
geliştirmedikleri gibi kendi alanlarından faaliyat gösteren ve teknoparkta
bulunmayan firmalara karşı haksız rekabet içinde bulunuyorlar.
Yahoo, Google gibi arama motorları,
gerçekleştirilen aramalarda siteleri üst sıralarda listelemek için para
alıyorlar
Arama motorları kesinlikle
sitenizi üst sıralarda göstermek için para almıyorlar. Aksini iddia
etmek yanlış olduğu gibi ahlak dışı. Arama motorları
belli bazı parametrelere göre siteleri sıralarlar, sonuçlar da bunlara göre listelenir.
Arama motorlarının mantığı sitemizde http://www.muratyildirimoglu.com/makaleler/ARAMAMOTORLARI.htm
adresindeki yazıda anlatılmaktadır.